16.11.12

Ankara, güzel kızımmm


Bugün Ankara'da ilk kez kendi başıma gezdim. Caddeler birbirine çok benziyor. Alışana kadar zor sanki, ama insan yine de kendini güvende hissediyor. Hele o "her yere yürüyerek gidebilme" hissi yok mu, insan bu şehri içine içine sokası geliyor. Ankaralı olsun veya olmasın Ankara halkında bir olgunluk varmış gibi geliyor benim gözüme. Güven veren bir havası var. İstanbul'daki gibi değil.

Bugün az buçuk kaybolma endişesi yaşamadım değil. Aslında kaybolmaktan korkmadım, sora sora yolumu bulurum. 18 yaşımda hiç bilmediğim İstanbul'da kaybolmadım da, burada kaybolmaktan mı korkayım? Endişemin sebebi, Ankara'nın yabancısı gibi hissetmek. Yabancılamak istemiyorum bu şehri. Her sokağını bilebilmek, kestirme yollar keşfetmek, "kurdu olmak" istiyorum. Navigasyonu olan bir telefonum olsaydı keşke diye hayıflanmıyor değilim. Samsun'da Starbucks olmadığı için, bugün Kızılay'da chai tea latte içeyim istedim ama tüm masalar doluydu. Aslında iyice bakamadım kıyıya köşeye. Sanki herkes benim "yabancı" olduğumu biliyor gibi hissettim. "Senelerdir Ankara'da yaşıyormuş sanki" havam sönsün istemedim. Alışveriş merkezinde görevliye bile yemek katı var mı, diye sormadım. Havam batsın(!) :) Hemen kenarda kat planları vardı. Deli gibi aç idim. Ablacığım taze taze harçlık gönderdiğinden İskender kebap yedim. Maaşsız olduğumdan bahşiş bırakmak pek adetim olmasa da bahşiş bile bıraktım. İskenderimi ısmarladığımda babam aradı. Biriyle görüşmem gerekiyordu. Haritadan baktım, bulunduğum noktaya pek yakındı. SORA SORA da olsa orayı buldum hemen. Oradan ayrılırken gözüme banka ilişti, hemen kredi kartı borcumu ödemeye yöneldim ve bir de ne göreyim: Ucuzlukçu! İki gündür bakınıp da bulamadığım dükkan... Elbise askısı ve Paşabahçe'nin anneanne kupalarından 2'li aldım. Zincirleme bir şans vardı bugün. Mutlandım.

Dün de lisanstan arkadaşım Öz'ün yanına Anıtkabir'e gittim. Burada mihmandar olarak vatanî hizmette. Çok özlemişim onu da. Anıtkabir'in bölümlerini o, en ince ayrıntısına kadar anlata anlata ilerledik. İronik'cim de vardı. Üçümüz... İnsan tekrar tekrar hayretlere düşüyor 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı hikayelerini dinleyince. Sahiden biz, o halkın torunu muyuz?!

Yeni hedefim, EGO bandrolü olmadan İndirimli EGO kartı satan bir büfe bulmak. Metroya giden yoldaki gişelerle olmaz o iş. Bakalım 20 küsür lira bandrol parasından yırtabilecek miyim? ÖHO'larda "öğrenci" diyorum paso soran yok, tipimden öğrencilik akıyor zaten, paso da neymiş!? :)

6.11.12

Aşkın tanımını yapmış birisi:

.بر كورڭ، بر صاغرە ”چوق گوزلسڭ!“  دیمەسی گبیدی عشق

Uyuyorum, dürtmeyin.

اوصاندم بوش یرە هپ گیتمەلردن گلمەلردن
براقڭ اویویەیم، یاندم كلمەلردن

5.11.12

Söyleyemem Derdimi


سویلەیەمم دردمی كیمسەیە 

درمان اولمەسین دییە

ایڭلەین شو قلبمڭ سسنی آغیار 

طویمەسین دییە



Ankara


"İkinci bahar"ım ol. Bugünkü aklımla seni seveyim.
İstanbul beni yordu, yıprattı; sen güzel davran. Lûtfen.

Bekle beni yârim. :)

Merhametsiz?


Bekledik

یالڭزلغم و بن؛
.سنی چوق بكلەدك

جمال ثریا

10.10.12

Bazı mesajlar

Bazı mesajlar saklanır telefonlarda. Başa sarılıp sarılıp okunur onlar. Evde, yatakta, otobüste, ders arasında, birini beklerken... Artık okumamanız gerekir; ama "Hepsini Sil" ile toplu kıyıma dayanamaz insan. Bir buçuk senen vardır orada. Sürekli elinin altında olan bir cihazda olması sakıncalıdır; ama silemezsin de öyle bir çırpıda. Bir kenara not edersin. Tarihiyle, saatiyle. Bir yere saklarsın belki yarının bugününden de berbat olacaktır, seni boğan mesajlar nefes gibi gelecektir diye. Bilirsin, aslında bakmayacaksın. Bakma artık diye siliyorsun ya... Kırk yılda bir belki bakarsın; çektiğin acılara, yaşadığın üzüntülere bir minik tebessüm atacağın zaman belki. O da belki. Tebessümünde burukluğun B'si olmadan. Hem de minik. Ama tebessüm.

6.10.12

ist-an-kara-bul

Evet, artık bir iş arama vakti geldi - belki de geçti geçiyor. Yüksek lisansı ikinci plana almalı, iş aramaya başlamalı. Bir yere CV bıraktım. Ne öldüren, ne güldüren; pozitif havada geçen bir görüşme yaptım ama sonuç olumlu mu olur olumsuz mu bilmiyorum. Bu şehirde yapabileceklerim kısıtlı. Yapmak istediğim işler bu şehirde pek yok, neredeyse hiç yok. Olumsuz bir cevap alırsam, İstanbul ya da Ankara'da bir tanıdığın bekar evinde kiraya ortak olup seri şekilde iş aramalı. Annem inandı artık İstanbul ya da Ankara'da yaşamak istediğim fikrine. Babam da inandı da münafığı oynuyor. Hala memlekette kalmamın yollarını arıyor gibi. O da kendince haklı. Şu Kurban Bayramı bir geçsin bakalım elde avuçta ne var; geçici olarak giderlerimi karşılayabilecekleri kadar para denkleşirse, durmak istemiyorum. Bakalım... Belki de olumlu dönerler. Bilmiyorum... Bulanık. Ve bulanıklığı sevmiyorum.



2.10.12

Çeviri

Bu sabah - sabah değil öğle vakti aslında da birçok işsiz gibi gece yaşıyorum - sesinden pozitif enerji aldığım bir kadın aradı. Yayınevinden. Aracı hocamız vasıtasıyla süreçten ikimiz de haberdardık; ama yine de tanıştık, biraz konuştuk. Aslında hep konuşsa istedim ya, öyle güzel ve huzurlu bir ses. Neyse... E-posta adresime de kitap pdf formatında ulaşmış oldu. Bir terslik olmazsa kadın mücadelesi Türkçeleştirilmiş bir eser kazananacak. Ben de oldum olası hayalini kurduğum bir şeyi gerçekleştireceğim, iki kadınla birlikte.

Ekim ayı güzel başladı. Dün 1, bugün 2.

29.9.12

Gwen mutfakta vol. ilk tavuğum :)


Vazgeçebilmeye Methiye


Vazgeçebilmek bir erdemdir.
Bir deli güzel meziyettir ki insan kolay kolay kavrayamaz önemini.
Gençken daha zordur buna vasıl olmak.
Ama öyle gençler vardır ki ihtiyarlardan bilgedir, o başka.
Geri kalan çoğumuz seneler geçtikçe anlarız vazgeçebilmenin kıymetini.
Hayat öğretir bize.
Hayat ve bir de kronikleşmiş hatalarımız.
Kimilerimiz ise hiçbir zaman öğrenemeyiz ya.
Dersimizi almayız. Dün nasıl isek yarın da aynen öyle.
Genelde zannediyoruz ki vazgeçmek bir zayıflık belirtisidir.
Hatta bir nevi korkaklık, adeta acz.
Halbuki tam tersidir bence.
Ancak kendine güvenen, karakteri sağlam ve komplekslerden arınmış olan insanlar vazgeçmenin erdemine vakıf olabilirler.
Şu hayatta yaşadığımız sorunların çoğunu vaz-ge-çe-me-diğimiz için yaşıyoruz aslında.
Israr ve inat ettiğimiz için. Takıntılarımızdan dolayı.
Takıntı ile tutkuyu birbirine karıştırıyoruz sürekli, oysa ne kadar farklılar.
Nasıl da zıt.
Gelin bu pazar bir de başka bir pencereden bakalım kendimize, ilişkilerimize ve bilhassa vazgeçemediklerimize!

Onda da bir hayır var..

Seviyoruz diyelim, birini seviyoruz, hem de ne çok, ne derin, ölesiye.
O kişi de aynı şekilde aşkımıza karşılık veriyor diyelim.
Ama sonra, zamanla, tavsıyor muhabbet, örseleniyor.
Kazara delinmiş bir balon gibi sürekli hava kaçırıyor, küçülüyor.
Giderek canlılığını yitiren bir ateş gibi sönmeye yüz tutuyor.
Gün geliyor, sevdiğimiz insan bizden ayrılmak istiyor. İnanamıyoruz. Yıkılıyoruz. Kalbimizin etrafında bir yumruk, demirden zırh gibi sıkıyor, nefes alınca bile canımız yanıyor.
Dayanamıyor, heyheyleniyoruz.
Kabullenemiyoruz. Israrla onu elimizde tutmaya çalışıyoruz.
Sinirleniyor, öfkeleniyor, hatta sözlü ya da fiziksel şiddete başvuruyoruz.
Şiddetin olduğu yerde muhabbetin yeşeremeyeceğini anlayamadan.
Mesele şu ki gururumuza dokunuyor, nefsimize ağır geliyor böyle terk edilmek. Öyle çünkü. İnsanız ne de olsa.
Etten ve kemikten ve billur bir kalpten müteşekkil.
Oysa unutmamak lazım ki nefsimize ağır gelen şeyde bizim için hayır var.

Bırakmak Lazım..

Peki ne yapmalı? Zor da olsa, bırakmak lazım.
Gitmek istiyorsa sevgili, madem ki budur onun güzel gönlünün dilediği, agulu dilinin söylediği, kenara çekilip yol açmak lazım gidene.
Vazgeçebilmek.
Aşk ancak özgürlükten doğar, özgürlükten beslenir.
Özgürlüğün olmadığı yerde ne tam anlamıyla aşk vardır, ne dostluklar.
Diyelim bir mesleğimiz var, uzun zamandır icra ettiğimiz bir kariyer.
Ama öylesine mutsuz ediyor ki bizi, içten içe kemiriyor.
Kimse bilmiyor. Göremiyor.
Lakin her gün mesleğimiz bizden bir şeyler kopartıp alıyor.
Etimizden et, ruhumuzdan ruh çalıyor.
Gene de ısrar ediyoruz. Bırakmıyoruz kariyerimizi.
Değil istifa etmek bir gün bile ayrı kalmayı aklımızın ucundan dahi geçirmiyoruz. Başka türlü yaşayamayız, var olamayız zannediyoruz.
Bu mesleğin bizi ve çevremizdekileri mutsuz ettiğini bile bile.
Göz göre göre. Peki neden?
Hep aynı mesele; vazgeçemiyoruz da ondan.
Vazgeçmeyi bir mağlubiyet olarak algıladığımız için.

Sevinçten Çalanlar...

Diyelim ki makam sahibiyiz. Nice işler yaptık bu koltukta.
Bir bürokrat, bir politikacı, bir vali ya da bir okul müdürü.
Ama öyle bir an geldi, gitme vakti çattı, seziyoruz.
Artık yerimizi bir başkasına bıraksak daha iyi olacak sanki.
Şu veya bu sebepten ötürü. Ama olmuyor. Yediremiyoruz kendimize. Yapamıyoruz işte.
Kabuğuna tutunan midye misali elimizdeki otoriteye yapışıyoruz.
Neden? Hep aynı refleks.
Çünkü vazgeçemiyoruz.
Örselenmiş ilişkiler, tavsamış evlilikler, insanı içten içe kemiren meslekler, yaşama sevincimizden çalan kariyerler…
Hepsine aynen doludizgin devam ediyoruz, sırf ama sırf vazgeçemediğimizden.
Gabriel Garcia Marquez en sevdiğim ve en dikkatli okuduğum yazarlar arasında oldu her zaman.
Bende derin izi var.
Seneler var ki birçok romanını döne döne okurum.
Romancının bir söyleşişinde söylediği bir sözü ise hiç unutmam.
Nasıl yazdığını soran bir gazeteciye şu cevabı verir: “Vazgeçerek!”
Yazarlar için en büyük sınavdır bence yazdığından vazgeçebilmek.
Diyelim bir roman kaleme alıyorsunuz
fakat bir yere gitmiyor.
Ya da bir karakter geliştirdiniz ancak bir türlü istediğiniz gibi olmuyor.
Elinizde yüzlerce sayfa var. Kıyamazsınız atmaya.
Silemezsiniz kolay kolay. İnat edersiniz o yolda.
Halbuki Marquez diyor ki, bazen 120 sayfa yazar, 80 sayfasından pat diye vazgeçerim.
Geriye kalan o 40 sayfa, işte odur yazarı bir sonraki aşamaya taşıyacak olan tılsım.
Ama o 80 sayfayı atmadan bu 40 sayfayı bulamazsınız.
Ormanda yolunu kaybeden yolcu gibi dolanır durursunuz.
Çemberler çize çize.
Vazgeçebilmek insana netlik getirir.
Zihnimizi, kalbimizi fazla eşyaların karman çorman etkisinden kurtarır.
Bir berraklık kalır geride. Hüzünlü bir durgunluk. Ama bir o kadar sakin, âlimane.
Demem o ki dostlar, vazgeçebilmek lazım.
Eğer bir yol bizi mutlu etmiyorsa onda körü körüne sebat etmek yerine, nefsimizi kendimize rehber kılmak yerine, bırakabilmek lazım.
Yazamadığımız kitapları, çekemediğimiz filmleri, geliştiremediğimiz projeleri, yürütemediğimiz meslekleri ve artık bizi sevmeyen sevgilileri bırakabilmek.
Vazgeçebilmek, bazen en güzeli!

Elif Şafak

25.9.12

Frankenstein's Monsta

(Frankenstein’s Monster by Anto Juricic)

Bugünlerde en büyük günah nedir diye düşünüyorum. Tabi, bunu belirlemek bana kalmış bir şey değil. Varlığımı ve gücümü aşan bir şey bu - kaldı ki; en'lerini kolay bulamayan biriyim ben. En sevdiğiniz kitap deseniz, aklım diğer en sevdiğim kitapta kalır. Sanatçı deseniz, yine öyle. Yemek deseniz, yine öyle. Zaten demezler mi ki; ya seversin, ya da sevmezsin; nicelik'i olmaz sevginin diye... "Çok seviyorum." demek, saçma derler. Gözde (favori) diye sorulduğunda, biraz daha mantıklı oluyor, daha rahat cevaplıyorum. Gözde'lik, nitelik ister; ama "en sevdiğiniz şey" sorusu ise, nicelik ister; yok, cevaplayamıyorum o zaman.

"Kibir, büyük bir günahtır; Şeytan'ın en sevdiği günahtır." sözü geliyor aklıma, sonra da "kul hakkı" denen şey pırtlıyor hafızamın bir yerinden. İslâmî kitaplar beliriyor gözümün önünde: Kul hakkı yersek, kuldan helallik almazsak; Allah bile affetmezmiş, diye yazıyor. Pek hakim değilim İslâmî ilimlere, Kur'an'dan mı alıntıdır, Hadis midir yoksa bir âlim mi demiştir de yayılmıştır bilmiyorum. Kulağımda Ceyl'an Ertem cover'ı çalmaya başlıyor: "Sen Tanrı'sın affedersin, bağışlarsın 'kulum' dersin ... Sen affetsen, ben affetmem!" *

"Kul hakkı" meselesinden sonra, kimler benim hakkımı yemiştir acaba diye düşünüyorum? Muayyen bir an gelmiyor aklıma, hatırla(ya)mıyorum. Genel şeyler geliyor aklıma: Yaşadığım doğayı gereksizce kirletenler, (vatandaş olduğum için) yolsuzluk yapanlar, torpil yapanlar. Muayyen bir an/olay olmasa da değer verdiğim iki kişinin (farklı farklı zaman diliminde) bana yaratıcımın adı Victor Frankenstein'mış gibi davranmaları geliyor aklıma. Kimse kimseye iyilik yapmak zorunda değil, kimse kimseye hoş görünmek zorunda değil, kimse kimseyi sevmek zorunda değil... ve kimse kimseyi böylesi "Öteki"leştırmek zorunda da değil; ama "Öteki"leştirirse artık mesuldür.

Öyle yorgun ki herkes; devir, "Kötüysen dur, gelme!" ** devri.

*


**



1.9.12

“Fakat bu akşam,
vapurdumanı gözlüğü altında
parlak ve faal duran gözleri
sanki biraz gölgelenmiş,
daha ziyade koyulaşmıştı.”

15.8.12

Hoş[ça]kal Müşfik... :'(


Her canlı gibi o da ölümü tattı, evet. Yaşlandı, hasta idi; artık yenik düştü ve sonsuzluğa başladı. Bu dünyadaki yaşamımız da aslında sonsuzluğun alt kümesi, ama sonlanıyor işte...

Müşfik ve Yıldız kardeşleri, oldum olası sevdim. Yıldız Kenter kadın olduğu için sanırım bana daha sıcak gelmiştir çocukluğumda - taaaa yukarıdaki sahneyi görene dek. 22. ya da 23. yaşımdaydım. Sonrasında bir arkadaşımın profilinde hemen aşağıdaki görseli gördüm. Belli ki bir film sahnesi, ama yabancı bir film sandım. Oysaki Müşfik ile Sema imiş. Arkadaşım "Casanova's Flute" demiş açıklama olarak. Bu isimde bir film aradım, ama bulamadım; sonra tesadüfen öğrendim ki, filmin adı: "Sevmek Zamanı" imiş.


Filmin konusu bana çok tanıdık geldi. Çünkü, Sabahattin Ali'yi de Kürk Mantolu Madonna'yı da sevmeme neden olan şeye benziyordu "Sevmek Zamanı" da: Bir resme/fotoğrafa aşık olmak... Nasıl ki Sabahattin Ali'yi bir çırıpda sevdimse, Metin Erksan'ı da öyle sevdim. Müşfik'e olan sevgim daha da arttı. Zira filmdeki adıyla Halil (Müşfik Kenter) de bir Raif Efendi (Kürk Mantolu Madonna'nın ana karakteri) idi, bir ben idi. "Sevmek Zamanı"nı bu yazın başlarında izledim. Kısa bir süre sonra Metin Erksan, hemen peşine de Müşfik Kenter öldü. Birisi karşıma geçmiş Kürk Mantolu Madonna kitabı yırtıyor gibi hissediyorum şuan. Kötü.

Huzur içinde uyu Müşfik.

8.8.12

Çok değil...

... 3-5 sene öncesine gidebilir miyiz sence; azmedersek, becerebilir miyiz?


29.7.12

Bir nev'i test

Bu aralar herkesin safı nedir, öğrenmeye çabalıyorum. Hayatımda canımlı cicimli insanların sayısı azımsanamaz, ama saçımın okşandığını hissedemiyorum. Sorun bende de olabilir, (yapmacıksa şayet) bu güruhta da olabilir veya hem bende hem onlarda da olabilir, bilmiyorum; tek bildiğim son zamanlarda -aslında son birkaç yıldır- saçlarımın okşandığını hissedememek. Düşünce birileri elimden tutmuyor gibi bir boşluk. Belki de çağ'ın hastalığıdır: Herkesin derdinin olduğunun farkındayım - benim gibi; ama genelde hep ben verici taraf oluyormuşum gibime geliyor. Bir yanılsama içinde de olabilirim. "Ben hep doğruyum" gibi bir egomanyaklığa girmeyeceğim Aslan burcu olsam dahi. Madem "verici" olmak durumunda kalıyorum ya da bu benim niteliğim,  o zaman biraz seçici olmam gerekiyor; bu kadarı beni yordu, yoruyor.

Aslan burcuyum, dedim az önce; evet, doğum günüm yaklaşıyor. Bugün Facebook'ta doğum tarihimi değiştirdim. İlkten doğum tarihimi göstermeme opsiyonunu kullandım, ama içime sinmedi. Profilimde görünmüyor olsa bile sağ frame'de "Bugün blablablanın doğum günü." şeklinde bir uyarı çıkabilir - bu özelliği net olarak bilmiyorum. En temizi tarihi bir başka özel tarihe çevirmek oldu. Yakın bir zamanda Facebook duvarıma arkadaş listemdekilerin yazdığı gönderilerin gizliliğini de "Sadece ben" yapacağım. Örneğin okul arkadaşlarımdan bir tane vefakar bir kutlama yapar, hepsi tıpış tıpış dökülüverir. Normalde insanlar, ne kadar çok kişi kutlarsa, o kadar çok sevinir; ama ben 25. yaşıma girerken bana gerçekten değer verenlerin kutlamasını istiyorum.

Diğergamlık, bu devirde pek bulunmayan bir şey ve aynaya baktığımda egosunu törpülemiş, diğergam bir Aslan burcu kadını görüyorum. Bu çağ ve toplum, nadir şeyleri hızla tüketme çabasında. Diğergamlığım, bencilliğe dönüşsün istemiyorum. O yüzden, yeni yaşımın (insanları iyice tanımak çıldırtan bir şey olsa da) insanları daha iyi tanıma ve dostlarımı iyi seçme, tanıdıklara "arkadaş" gibi davranmama yetisi kazandırmasını; ömrümün huzurlu, sağlıklı, mutlu geçmesini ve bunun sürdürülebilirliğine katkısı olacak bir hayat arkadaşı ve dostlarla geçmesini diliyorum.

"Seni görmem imkansız, rüyalarım olmasa"

Önceki gecede olduğu gibi bu gece de rüyama geldi. Hastanede intern doktor idi, ama bir liseli kadar utangaçtı.

28.7.12

24.7.12

Ne fark eder!

Ne fark eder ha T.C. vatandaşı olmuşum, ha dünya vatandaşı; bir günlüğüne de olsa olmak, varmak istediğim şehre yol alamayıp, bu şehirde mahsur kalıyorsam. Ne fark eder!

9.7.12

Epeydir dinlenmeyenler serisi vol.Erkin Koray

Senden Baþka Kimse Yok Içimde by Erkin Koray on Grooveshark

Bazen...

... yapmadıklarından da sorumludur insan. Yapabileceği bir şeyi yapmadığı için bir insanı üzmüşse bir insan, kötülük sayılıp yine yazık/günah olmaz mı?

Yazık.

3.7.12

:)

Dünden beri taktım bu şarkıya


Bir haftadır içim kapkara sularda boğum boğum boğulmakta. Dudağımdaki bi' türlü iyileşemeyen uçuk sağ olsun, aynalardan da kaçıyorum. "Kaşın, gözün ne güzel kız" diye düşünmeyeli kaç gün olduğunu bilmiyorum. Plaja gitmiştim yaklaşık on gün önce; vücudumda kaşınan ve derisi soyulan yerlerim var. Dudağımdaki uçuk mu; evet, o da sürekli kaşınıyor ve kaşıntısı çeneme kadar vuruyor; yarın uyandığımda HSV-1, ya yüzümde de uçuk çıkarırsa diye düşündükçe çıldırıyorum. İnsanları dinlemek istemiyorum, ama onlarsız da yapamıyorum; çünkü kendim kendime daha gevezeyim. Başkalarına anlatmak istediklerim var, ama anlayabileceklerini sanmıyorum; anlatabileceğimi de... Yorgunum.


Annem şimdi odaya girdi; sırtında atlet yok mu senin, ciğerlerin üşüyecek, diyor ve ekliyor: Sofrayı hazırladım, hadi soğutma... Yüzüme bir tebessüm konuyor ve annemin de beni anlamadığı ve anlayamayacağı düşüyor aklıma hemencecik. Kötü, çok kötü.


(02.07.2012'de görüntülendi.)

2.7.12

Sunay Akın - "Kova Kaleci"

Yedi kova su yeterliydi 
 sıvas'taki ateşi söndürmek için 
 oysa her biri 
 devlet dairesindeki kovaların 
 üstüne yazılı 
 altı harfli bir sözcüktü yangın 


Yedinci kova 
 taşar engellenemez biçimde 
 çünkü emekçilerin 
 alın teriyle doludur 
 işte bu yüzden 
 sinek ölüleri yüzemez üstünde 


Futbol takımında mahallenin 
 kova kaleciydi lakabım 
 ilk kez sevinecektim buna 
 ama yalnızca 
 avuçlarıma alabildiğim suyu 
 bir kova gibi sıvas'a taşıyamadım 


G harfi boştur yangın kovalarının 
 ki ortaya çıkar 
 dolu olanları okununca 
 madımak oteli'nin merdivenlerinde 
 kurtulmayı bekleyenler için 
 verilen karar: Yan ın 


Ve başında anladım ki bir kuyunun 
 ipin ucunda 
 derinlerdeki suya uzanan 
 birer kova gibidirler 
 yangınları söndürmek isteyen 
 darağacına asılı devrimciler 


1.7.12

İstiklal Caddesi'nden notlar

ALIŞIN HER YERDEYİZ
GENEL AHLAKSIZ
DÖNMEYİZ
ANAYASADA CİNSEL YÖNELİM
BİSEKSÜELİZ
ANAYASADA CİNSEL KİMLİK
GEYİZ LEZBİYENİZ
VELEV Kİ İBNEYİZ
BENİM ÇOCUĞUM EŞCİNSEL
ANNENİM YANINDAYIM
BENİM ÇOCUĞUM TRANS
BABANIM YANINDAYIM
ÇOCUĞUMUN GELECEĞİNE DOKUNMA
KARDEŞİNİM YANINDAYIM
ANAYASADA LGBT'LERE EŞİTLİK
AŞK ÖRGÜTLENMEKTİR
LEZBİYENLER VARDIR

29.6.12

İşteş çatı

İşteş çatıya sempati duyuyorum. Aslında duyduğumu bugün farkettim. İşteş çatıda her birey birer özne. Örneğin, "Seni seviyorum." dediğimizde bu iş'te bir özne ve bir (belirtili) nesne var; ama işteş çatılı "Biz sevişiyoruz." cümlesi öyle mi! O yüzden, artık sevmek değil sevişmek istiyorum. Nesneyi n'apayım ben, özne lazım bana özne!

Sevgiler.

27.6.12

Lovebuddy


Fuckbuddy olgusu gibi bir lovebuddy olgusu neden yok acaba? Olsa, hoş olmaz mıydı?

25.6.12

İyi tarafından bakmak lazım, dedikleri bu olsa gerek (Berrin edition)

T....'le olan ilişkimden bana kalan bol kepçe B..... ve arzuya göre Ta.... (yemek yapmayı sevmem ama tarif gibi diyesim geldi). Ayrıca o an T....'le sevgilicilik oynamasaymışız, yapayalnız olurdum ve yapayalnız olsaydım, bir zaman önce sevdiğim kişinin 700 km.ye doğal olarak uzak deyip de yaklaşık 8 bin km ötede biriyle ilişkiye karar vermesi tahminimce canımı ve gücümü çok  fazla üzerdi. T....'le olan ilişkim sırasında üzüldüğüm kısa anlar da oldu, ama o an bu ilişkiyi yaşamam gerekiyormuş ve iyi ki yaşamışım. (Dün güzel bir gün yaşayınca, bunlar geçti içimden.)


B....., yaklaşık iki buçuk aydır görüşmediğim eski erkek arkadaşımın elimizden geldiğince görüştüğüm arkadaşı oluyor ve biz, ikimiz, bu yaz'ın plaj siftahını yaptık. Aslında biraz daha erken kalkabilseydim, kahvaltı yapıp plaja geçecektik ama maalesef pazar sabahı mahmurluğumla kahvaltı saatimizi aksattım. Güzel güzel sandviç yapmış. Şebelek bir de demez mi ki "Sandviççi mi olsam, ne güzel de paket yapmışım." Isır, ye. :) Gerçi onları yerken zor anlar da yaşadık. Dün, yakıcı bir güneş olmasına rağmen hava rüzgarlıydı da ve kola bardağım devrildi; hem de cep telefonumun üstüne neyse ki bir şey olmadı. Daha az rüzgar alıyor diye geçtğimiz masanın yanında eşyalar vardı, belli ki sahipleri denize yüzmeye gitmişlerdi ve biz onların ıslak havlusundan 5 tane kullandık, hakları helal olur inşallah. :)



Plaja saat 10 gibi vardığımızdan ve ben süt beyaz tenli olduğumdan saat 2 gibi ayrıldık, zira plaj şemsiyesi rüzgardan açılamıyordu. Tabi B..... durur mu, jeanimi giydirmedi bana kısacık bir şort verdi ve evlerine gittik. O da ne, evde Terrier; hemen odaya kapatıla! Bir güzel ayağımızdaki kumları yıkadık ve kömüş gibi yayıldık; sonra da yemek yedik veeeeeeeeeee bisiklet! Tabi şuan biraz popom acıyor, çünkü sahil yolunda belediye fen işlerinin toprak toprak bıraktığı taşlı yollara da daldım ben:)) Mountain biking denemeleri yaptım. Bisiklet sürerken içimde bir serseri uyanıyor, hanım hanımcık süremiyorum. Olan da popoma oldu tabi toprak yollarda ne kadar ayakta sürdümse de... Bacaklarım neden hamlamadı onu da anlamış değilim. İlginç. Popomu hep kullanıyorum oturgaç* bir insan olduğum için hamlamaması lazım, bacaklarım hamlamalıydı. Ayrıca sahile mangala gelmiş Çingeneler vardı, harikaydılar - hele de 1,5 yaşlarındaki veledin Roman havası oynayışı muhteşemdi. Ayaklarını yesinler! :)

İstanbul'daki kültürel, sanatsal aktivitelerden mahrum kalıyor olabilirim, ama burada güzel vakit geçirmek de benim elimde. İstanbul'dan yeni döndüm ve evet, İstanbul'dan pek de tatmin olmadım özlediklerimle özlem gidermek dışında... Boğuldum. İyi bir iş ve/veya eş nedeniyle İstanbul'a tekrar yerleşebilirim sanırım; ama çok cazip gelen bir şehir değil İstanbul artık. Belki de sadece iyi bir eş beni oraya çekebilir. Şu an böyle hissediyorum en azından...

İyi ki varsın B.......

Sevgilerimle,
1. dereceden yanık Istakoz

* Annæææ, içime TDK kaçtı.

4.6.12

Bazen ...

... Facebook profil fotoğrafım ve kapak (cover) fotoğrafım çok anlamlı olurlar. Öyle.

Bu aralar...

... içim dışıma nasıl yan(s)ıyorsa artık, annem elini alnıma koyup ateşimi ölçüyor*.


*Temel anlamıyla

30.5.12

"gel biz seninle kahraman olalım"

buralara kadar gelinmişse
gece kendini uyur
kendine küser eşya
kendi cinayetine kurbandır metal

söz kendini söylemiş, yorulmuşsa
yağmur kendi içine yağar
asfalt bir çılgınlığa yürür kendini,
buraya kadar gelinmişse
uyku bile kendini uyur.

yok yerlere gelindi
boş yerlere gelindi
kemanlar kendi sesinden içlendi
ben senin sessizliğinden
eşya boşuna küstü kendine
gece boşuna delindi,

yaşamımın güç yanlarından biri olma
lütfen, şimdi bu kavgayı unutmak da
hatırlamak da çılgınlık olur
gel biz seninle kahraman olalım
ne hatırlayalım bunu
ne unutalım.


Birhan Keskin

29 Mayıs 2012

Laf ağızdan çıkalı 1 yıl olmuş.

Ben de istiyorum bundan ama !

24.5.12

Renkler

Bana gösterdiği renklerin bir anlamı olmalı. Olmalı!

Astigmat

Kör istedi bir (sağlam) göz, Allah verdi iki göz; ama ikisi de ileri derecede astigmat. 

Kandil

Sonucunda güzel şeyler getirecek dualarınız kabul olsun.

21.5.12

A tribute to Pink Panther & A Clockwork Orange

Birileri Pembe Panter'i Alex'e çevirmiş, ben de Paint-terk halimle düzenleme yaptım (Aslında yapamadım, turuncunun tonu tutmadı.). Madem Pembe Panter için gay diyollaaaaağ... Cuk oldu.


Original: by ~Okina-tyan@deviantart